Ferit’in elleri direksiyona sıkı sıkıya yapışmış, kullandığı otomobille gece karanlığında yol alıyorduk. Üstünden defalarca geçildiğinden şose bir yola dönüşmüş bu yerde ne işim var diye sorgulayıp durdum. Akıl almaz biçimde Ferit’in planına evet dediğime bin kere pişman olsam da artık geri dönüşü olmayan bir yola da girmiş bulunuyorum.  Yol dediğin gitmek içindir, şu an sanki biz gitmiyor bir boşluğa doğru sürükleniyor gibiyiz. Ferit ve ben… Bozuk yol, karanlık ve buz gibi ayaz. Neyse ki sıkı sıkıya giyinmiştim; atkım, berem ve eldivenim bir miktar koruyordu beni. Ferit heyecandan sadece montuyla gelmişti. Ferit’in gözleri kocaman açılmış, neredeyse her insanda bulunan ama bunu gayet iyi saklayan hırsları bu yolda gün yüzüne çıkmıştı. Ondan korkuyor muydum? Evet korkuyordum. Büyük hırslar her insanı felakete sürükleyeceği gibi beni ve Ferit’i de sürükleyebilirdi. Öylesine pür dikkat yola çakılıp kalmıştı ki, bir anda bir bıçak çıkartıp kalbime saplayacak diye hayal ediyordum.  Beynimin içindeki bu düşler beni yiyip bitirecek sonunda. Ama her şeye rağmen düş de olsa ben Ferit’e bir türlü güvenemiyordum.

Karanlıkta çukurlara gire çıka sadece otomobilin aydınlattığı bir köy yolunda dakikaları geride bırakıyorduk. Gebze’ye bağlı bir köy… Bilmediğim daha önce ayak basmadığım bir diyar. Eminönü’nde sabahtan akşama kadar küçük bir atölyede gümüş kolye, yüzük hiçbirini boynuma asmayacağım, parmağıma takmayacağım ıvır zıvır takılar tasarlayıp satıyordum. Ferit heyecanla gelip bu işi söyleyinceye kadar kendi halinde yaşayan, insanların içine pek karışmayan kendi kabuğunda bir insandım. Ferit’i de tanımam etmem zaten, bir tanıdık aracılığıyla beni bulmuş birkaç gün ikna etmeye çalışmıştı. Israrlarına dayanamayıp peki,tamam demiştim.

Ben önümü görmeden, yaş tahtaya basmadan hayatımın her dakikasını planlayan düzenli yaşayan biriydim. Ta ki bu saçma sapan bu yola çıkana kadar. Nereye gidiyoruz? Nelerle karşılaşacağız, her şey benim için büyük bir muamma. Ferit sadece “bana güven gerisini merak etme sen” demişti. Güvenilecek insan kaldı mı ki memlekette. İnsan başka bir insanın açığını görmeyiversin, anında aldatmak, ondan faydalanmak için takla atıyor neredeyse. Ben de Ferit için biraz öyleyim ne de olsa. Ortak olacağız desede kullanıyor beni bir nevi. Kendi çıkarı için mesleğimden yararlanacak. Peki, tamam demeseydim bu bilinmez yola da çıkmayacaktım. Kabahat biraz da bende ne de olsa.

Soğuktan büzüşmüş halde ilerlerken sessizliği keskin bir bıçak gibi bozuverdi Ferit “Az kaldı!” Cevap vermedim. Neden bilmiyorum cevap vermedim. Kafamın içinde bin tane soru ve karmaşa olsa da “bırak Ferit bu işleri, geri dönelim” diyemedim. İnsan biraz da kendi felaketini hazırlamaz mı? Bir taraftan böyle düşünürken bir taraftan da her şey iyi giderse, ya bu kuruntularımın tümü boş birer hayal olursa… Çelişkileri artıra artıra nihayet bir köye giriyoruz. Evlerin ışıkları yanmıyor, gecenin bu saatinde ne yapsın köylü insanı? Uyuyacak tabi, belki sabah erken kalkıp tarlaya gidecek. “Bu kara kışta tarlada ne yapacak” diye yanıtlıyorum kendimi bir an. Belki de uzunca bir süre önce terk edilmiş bir köydür burası. Baksana hiç yaşam belirtisi yok. Sonunda akışına bırakmak istiyorum başıma gelenleri…

Nihayet Müstakil bir evin önünde duruyor Ferit. Arabayı stop edip,  “gel” diyor. Beraberce indikten sonra bahçeli evin ferforje kapısından içeri girip ahşap kapıyı yumrukluyor. Karanlıkta yüzünü pek göremediğim biri açıyor kapıyı. Ferit bizi tanıştırıyor. Ziya’ymış adı. Garip bir adam gibi geliyor bana. Tedirgin görünüyor. Kapıyı açtığında etrafına bakıp bir gören var mı diye yokladığında anladım bunu. Hemen “gidelim” dedi Ziya. Hızlıca arabaya binip, yol tarif etmeye başladı. Sağdan, soldan, düz derken bir ormanlık alana geldik. Etraf zifiri karanlık sadece tepemizdeki dolunay aydınlatıyor bu esrarlı geceyi. Hep beraber indik arabadan. Ziya cebinden küçük bir el feneri çıkartıp yaktı. Böyle zamanlarda küçük de olsa bir fener, oldukça geniş bir ışık saçıyor. Ziya’nın yüzünü biraz daha net görebildim sonunda. Bu nasıl bir surat? Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse! Ziya’nın esmer yüzü alabildiğine çatlaklarla dolu, sanki kurak toprakların insan suretine bir yansıması gibi. Elleri de yüzünden farksız. Çatlaklarla dolu. Feneri ormana doğru tuttu “bu taraftan gideceğiz” diyerek peşine takılmamızı emretti. Emrine uyarak ördek yavrusu misali arkasından yürümeye başladık. Orman ıslak çalılıklarla dolu, yer yer balçık kıvamında çamurlu bir alan. Önce şose yolda aklım karıştı şimdi de ormanın patikalarında. Bir taraftan yürüyoruz bir taraftan Ziya anlatıyordu; “Bak Ferit kardeş, bu bulduğum mal çok değerli. İster erit külçe altına dönüştür ister ecnebilere sat. Keyfin nasıl isterse yani”.Ziya anlattıkça Ferit yüzüme bakıp göz kırpıyordu.

Sonunda ormandaki patikayı bitirip dağlık bir alana geldik. Boy boy kaya parçaları etrafı kaplamıştı. Kayalardan etrafa saçılan parçalar bu sefer ayaklarıma batmaya başladı. Bu anlamsız gidişattan hoşlanmamakla beraber artık sinirlenmeye başladığımı da hisseder olmuştum.  En sonunda büyük iki kaya parçasının birleştiği noktada durduk. Ziya Önce feneri korkunç yüzüne tuttu ardından o iki kaya parçasının arasına tutarak “işte burada” dedi. Ziya elindeki feneri Ferit’e teslim edip kayaların arasından eski bir çömlek çıkarttı. “İşte her şey bunun içinde.”

Geldiğimiz yolu tekrar döndük. Ağaçların, çalıların arasından Ferit’in otomobiline ulaşmaya çalışıyorduk üçümüzde. Üçümüz diyorum ama ikisinin de beni pek ciddiye alır yanı yoktu. Ziya Sadece Ferit’e konuşuyor, Ferit’te bana mahkûm olduğu için arada bir dönüp yüzüme gülümsüyordu. Hayat ne kadar çok tuhaflıklarla ve sürprizlerle dolu, oysa ben hiçbir sürprize tahammül etmezdim. Yaptığım tüm işler planlı ve programlı olmalıydı. Karakterimle öylesine zıt bir işe girişmiştim ki kendim bile şaşıyordum şu anki halime. Neyse ki Ferit alacağını aldı da artık evime tekrar dönebilirdim.

En sonunda otomobile vardık gerisingeri Ziya’nın evinde bulduk kendimizi. Ferit montunu çıkartıp derme çatma evin bir köşesindeki koltuğa fırlattı. Ben üzerimdeki atkı eldiven ve beremi hiç çıkartmadım. Nasıl olsa hemen çıkıp gitmeyecek miydik? Ziya evin ortasına kenarları sarı sarı dantelle örülü bir yazma açtı, elindeki çömleğin içindekileri bu yazmaya boca etti. Altın sikkeler birbirine çarparak, ince bir ses çıkartarak ortaya saçılmış oldu. Ferit “evet” dedi bana “bak bakalım ne düşünüyorsun”? Ne düşünmeliydim ki? Şaşkınlıkla Ferit’in yüzüne baktım. “Değerli mi bunlar?” Ben nereden bilirdim değerli mi değil mi, arkeolog muydum ben? Bir sikkeyi elime aldım ince ama dolgun bir parçaydı. Bırakıp başka bir parça aldım. Eldivenimin tekini çıkartıp başka bir sikkeyi aldım elime. “Değerli olup olmadığını bilmem ama hepsi altın bunların Ferit” dedim. Ferit’in yüzü lunapark görmüş bir çocuk gibi aydınlandı.  Eldivenimi giyip oturdum eski yerime. Ardından ikisini de izlemeye başladım.

Ziya söze atıldı: “Evet mal bu! Söylediğim parayı getirdin mi?” Ferit cebinden bir tomar para çıkardı hepsi iki yüzliralık banknotlar halinde. Uzatıp Ziya’ya verirken “İşte konuştuğumuz gibi hepsi elli bin Türk lirası” Ziya birden hiddetlendi. “Ne elli bini kardeşim seksen bin konuşmadık mı seninle?”  Öylesine sinirlendi ki yüzündeki çatlaklar ve mimikleriyle sanki çağlar ötesinden tuhaf bir hayvana dönüştü. Gerçekten çirkinleşmişti. Bu öfkeyle beraber ben de koltuktan öne doğru bir hamle yaptım, artık koltuğun ucunda oturuyordum. Ferit: “Elli bin konuştuk ya telefonda Ziya abi”. Ziya daha çok sinirlendi ve altınları tekrar eski yerine çömleğin içine doldurmaya başladı. “Sikerim Ziya abinin dalağını, abiymiş! Abiyle oluyor mu lan bu işler?” Bu sefer bana dönüp Ferit’i şikâyet etmeye başladı. “Hıyara bak, ördek miyim lan ben, İstanbul’unuzda sikecek adam kalmadı burada beni mi buldunuz?”  Ulan kim bakar senin ölü suratına diyecektim ama bana ne gerek diyerek yutkundum. Ziya Ferit’e bağırıyor konuşmasına fırsat vermiyordu. Sonunda Ferit bir boşluk bulup araya girdi. “Ama olmuyor böyle sürekli küfür ediyorsun, tamam seksen bin dedin ama pazarlık yaptık ya”.Durum anlaşılmıştı, bu ikisi sabaha kadar konuşsalar anlaşamayacaklardı. Benim de zaten hakemlik yapmaya mecalim yoktu, sadece izliyordum. Salağım ya ben, buralara kadar geldim.

Birbirlerine bağırıp çağırmalar öylesi bir boyuta geldi ki artık tamamen bir kakofoniye dönüştü konuşmalar. Ferit birden kendisinden beklenmeyecek bir atiklikle cebinden komando bıçağını çıkarttı:“Ehh yetti be kes sesini! Al elli bini sus otur yerine!” Önce bir sessizlik oldu. Ardından Ziya’nın “Ne yapacaksın lan öldürecek misin beni uyuz!” demesiyle beraber Ferit komando bıçağını Ziya’nın boynuna, şah damarına sapladı. Ziya ancak hık diye bir ses çıkartabildi. Ferit kalakalmıştı. Ben o an ayağa fırladım, nutkum tutulmuş ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece “Ferit ne yaptın!” diyebildim. Ziya bir patates çuvalı gibi yere yığıldığında, boynundan boşalan kan yüzündeki çatlaklara dolmaya başlamıştı bile. Bir yandan titriyor, bir yandan kan gelen ağzından bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ferit ringde rakibini nakavt eden bir boksör gibi duruyordu önümde, hayvan gibi soluyup Ziya’ya bakıyordu.

Ziya bir süre daha titredi, yeniden hık diye bir ses geldi boğazından ve can verdi. Sorun çözülmüştü. Artık anlaşmazlık bitti. Yorgan gitti kavga bitti.

Ferit bir anda telaşlanıp evin içinde dört dönmeye başladı, bir taraftan da sayıklıyordu. “ne yaptım lan ben, ne yaptım ben…” Ne yapacaksın salak, adamı öldürdün diyecektim ama bu halde beni pek anlayacağını sanmıyordum. Bir anda aklına gelmiş gibi durup, heyecanla: “Tamam abi, şu salağın cesedini yok edeceğiz”  deyiverdi. Hızla kapıdan çıktık bahçede bir kürek buldu Ferit, sonra toprağı kürekle kazıp Ziya’nın ebedi istirahatgâhını hazırlamaya koyuldu. Hem heyecandan hem de yaptığı işin ağırlığından ter içinde kalmıştı.

Ziya’yı kollarından tutup sürükleyerek evden çıkarttık, bahçeye getirdik. Ölmüş ama gözleri açıktı. Hani derler ya gözleri açık gitti diye, tam olarak öyleydi. Ellerimde eldiven olduğundan Ziya’nın ellerine değdiğimde bile pek bir ürperti olmuyordu içimde. Sanki sıradan bir iş yapıyormuşuz gibi geliyordu. Evde bir eşyanın yerini değiştirmek gibi bir şeydi. Ziya’yı çukura yuvarladık beraber. Patates çuvalı gibi kendiliğinden yerleşti çukurun içine. Ferit bir iki kürek toprağı üzerine attıktan sonra bir anda durdu. Yüzüme baktı. Gözlerinde heyecan ve dehşetin izleri vardı. Göz göze geldik. Bir an öylece bakıştık. Aklından hızlıca bir şeylerin geçtiği belliydi. Ben soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. Ferit çukurun içinde kırış buruş suratıyla yamuk yumuk yatan Ziya’ya baktı, sonra bir anda dönüp bana: “Ulan allahsız buradan gidince beni ihbar edeceksin değil mi?” diyerek garip vehimlerle kafasını karıştırmaya bir nevi sayıklamaya başladı. Aslında anlayışla karşıladım, bir insanı öldürüp çukuru boylatmak insan zihninde kırılmalara yol açabilir.

Fakat Ferit fazlasını istedi; beline taktığı komando bıçağını çıkartıp üzerime saldırdı. O anda anladım Ziya’yla koyun koyuna çukura gömeceğini beni. Kendimi yana çekerek korudum bedenimi bıçaktan. Garip bir boğuşma içine girdik. Ferit’in yorgun bedenine kısa zamanda hâkim oldum, sol elimle boğazına yapışmıştım, sağ elimle de bıçağın bulunduğu bileğini kavramıştım. Bileğini büküp elindeki bıçağın yönünü kendi bedenine yönelttim. Aslında bütün bunlar garip bir biçimde kolay oluyordu. Gücümü toplayıp bir anda yüklendim ve bıçak dibine kadar sol taraftan karnına girdi. Artık bedeni, kasları gevşemişti. “Yandım anam!” diyebildi. Bıraktım onu, bir şeyler söylemeye çalışıyordu fakat anlaşılmıyordu. Bir süre ayakta geri geri yürüdü şuursuzca sonunda o da çuval gibi yığılıp kaldı. Cebinden arabanın anahtarlarını aldım. Ayağımla yuvarlayarak onu kendi kazdığı çukura, Ziya’nın üstüne bıraktım.

Âşık olmuş bir genç gibi heyecanlanmıştım. Kalbim küt küt atıyor ağzım kuruyordu. Çabuk toparladım kendimi. Hemen toprak yığınıyla doldurdum Ziya ile Ferit’in üstünü. Koyun koyuna gittiler eşek cennetine. Hızla eve girip kanepedeki paraları cebime sokuşturdum. Sonra sikkeleri bir poşete doldurdum. Bütün bunları yaparken ve arabada, evde eldivenlerimi çıkartmamıştım. Parmak izi bırakmadığımdan emindim. Üstümde de kabanım, kaşkolüm ve başımda beremle tam anlamıyla kamufle olmuştum başından beri. Kimsenin beni görüp tanımayacağından emindim. Bir cinayete tanık olup diğerini de öldürüp parayı ve sikkeleri almasam düpedüz salaklık yapmış olurdum. Nasıl olsa birini öldürmüştüm. Paraya ihtiyacım yoktu kendimce geçinip gidiyordum. Ama bu yol bana bütün bu olup biteni gösterdi. Ya ölecektim ya da öldürecektim. Öldürmeyi tercih ettim.

Hızla arabaya atlayıp yola koyuldum. Köy karanlık, herkes uyuyordu muhtemelen. Yola gelirken yapacak bir şey olmadığından neredeyse bütün yolu ezberlemiştim. Yol boyu bütün bu olanları düşündüm. Ne yapmam gerekiyordu belki gidip polise teslim olmam gerekirdi. Fakat neden bilmiyorum, bu seçeneği aklımdan sürekli uzaklaştırdım. Sanki yaptığım meşru bir müdafaa gibi geliyordu. O evde bulunan iki kişi bir kumar oynadı ama kasa kazandı. Kendimi suçlu göremiyordum bir türlü. Bir insanın canına kast ettim. Bu da yetmiyormuş gibi hasmıyla koyun koyuna gömdüm. Ferit’i öldürmeseydim şimdi o çukurda çatlak suratlı Ziya ile ben yatıyor olacaktım. Peki, ben bunu hak ettim mi? Sadece sikkelerin altın olup olmadığını kontrol için gelen ben ölmeyi hak ettim mi? Etmedim! Parayı ve sikkeleri alarak evet belki hırsızlık yapmış da oluyordum. Peki onlar, toprağın dibini boylayanlar çok mu masum?

Yol boyu bütün bunları düşündüm. Verdiğim cevaplar sürekli haklı olduğumu gösteriyordu. Yoluma devam ettim. İstanbul girişinde bir mahalleye girip arabayı özenle park ettim. Kapılarını kilitleyip işlek bir caddeden taksiye bindim önce. Bir müddet anlamsız dolaştırıp sanki evime gelmiş gibi bir binanın önünde durdurup taksiyi indim. Ayağımdaki botlardan kurtulmalıydım. Bir çöp konteyneri bulup attım iki tekini de. Caddede bir taksi daha çevirip başka bir istikamette yol alıp aynı şekilde indim taksiden. Bu defa montumu, beremi, kaşkolümü ve eldivenleri de çöpe attım.

Ayağımda çorapla sokak aralarında yürüyordum, kimsenin beni bu biçimde görmemesi gerektiğini düşünüp durdum ve bir taksiye daha bindim. Arka koltukta oturup taksiciye “Okmeydanı’na” dedim. Evime. Boğaz köprüsü ışıl ışıldı her zamanki gibi. Öylesine uykum gelmişti ki, göz kapaklarımın kapanmaması için zor tutuyordum onları.

Nevzat Süs

Yorum bırakın

Trend